İnsan oğlu giyinmeyi keşfettiğinden beri ona her defasında farklı anlamlar yüklemiştir. Başlarda belki iklim şartlarına diğer canlılar gibi uyum sağlayamadığı için yapay bir dış kabuk olarak düşünülen giyim gereçleri sonra dini, sosyal, ekonomik ve psikolojik faktörleri kapsayan, giderek karmaşıklaşan boyutlar kazandı.
İlk insanlar giyinirken muhtemelen statülerini göstermek veya modaya uymak gibi bir kaygıları yoktu. Giydikleri kıyafetlerin onları örtmesi ve soğuktan koruması yetiyordu ama bir ilkçağ veya ortaçağ insanı için bunları söylemek zordur. Buralarda giyim konusu giderek karmaşıklaşmaya başlamıştır. Kimi zaman sosyal ve ekonomik statüyü yansıtan kimi zaman kişinin mesleğini yansıtan bir araca dönüşmeye başlamıştır.
Örneğin Sanayi Devrimi ile seri üretime geçene kadar kumaş dokumanın ve boyamanın yüksek maliyetli işlemler olması nedeniyle giyinmek doğrudan doğruya bir lüks eylemi olarak karşımıza çıkabilmiştir.
Bugün herkes için sıradanlaşmış bazı renkleri kök boyadan elde etmek ve boyamak çok pahalı işlemler olduğu için bazı renkleri, örneğin erguvan rengini sadece çok zenginler giyebiliyordu. Dolayısıyla renk seçimi sadece kişisel zevkleri değil ekonomik gücü de yansıtan bir olgu olarak karşımıza çıkabilmiştir. Bazen de zenginlik, kişisel zevkler veya giyimdeki diğer unsurlar devre dışı kalarak olayın sadece teknik yönüyle ilgilenildiği olur. Bir patrik, bir haham veya bir imam giydiği dini kıyafetleriyle mesleğini yansıtır.
Estetik kaygıları, kişisel tarzı o sırada devre dışı kalır. Bir politikacı işini yaparken koyu renk takım elbise dışındaki tüm seçeneklere kapalıdır. Devlet ciddiyetini yansıtmakla yükümlü olması onu başka seçeneklerle ilgilenmekten alıkoyar. Sıradan bir insan ise gündelik hayatında giyim ile ilgili bir seçim yapmak zorunda kaldığında zevkleri, ruh durumu, dini görüşü gibi oldukça karmaşık bir tercih süreci işlemeye başlar. İşte biz giyinmeyle ilgili olarak zorunluluktan serbest seçime kadar uzanan bu geniş yelpazeye “giyinmenin 50 tonu" diyoruz.